30 Aralık 2014 Salı

Bebeğiniz Alerjik Bir Bebek mi? Nasıl Anlarsınız?

İnsanın aklında bebek sahibi olma fikri olunca, hamilelik ve bebek konusunda algıları daha açık oluyor. Hamilelikten önce gözüme çarpan konulardan bir tanesi, doğum tercihinin anne ve bebeğe etkileri idi. Sezaryen doğumla dünyaya gelen bebekler daha alerjik oluyordu. Normal doğumun avantajları daha fazla gözüküyordu. Ben de normal doğuma karar vermiştim. Hatta epidural kullanmaksızın, annelerimiz gibi doğuracaktım. Ancak, normal doğum yapmamın imkansız olduğu anlaşılınca evi alerjik bir bebek için daha uygun bir hale getirmeye karar verdim. Evdeki halıları kaldırdım. Aslında kumaş olan her şey alerjik. Yani antialerjik halı kullanmak da fayda etmiyor. Bebeğin çamaşırlarının %100 pamuktan üretilmiş olmasına dikkat ediyorum ve sabun tozu ile 60 derecede yıkıyorum. Kendi çamaşırlarımızı da yine sıvı deterjanla ve çamaşırlarımızın çoğunu 60 derecede yıkıyorum. Yine peluş oyuncaklar almadım. Hediye gelenleri de sık sık 60 derecede yıkadım. Laminant ve ahşap parkeleri, camları, dolapları, mutfak zeminini silmek için elma sirkesi kullanmaya başladım. Bulaşık makinasının deterjan gözüne jel deterjan ve parlatıcı gözüne de sadece elma sirkesi koyuyorum. Eğer mümkünse çamaşır suyu kullanmamaya çalışıyorum, çamaşır suyu kullanacaksam da bebeği uzak bir odaya götürüp evi iyice havalandırıyorum. Altını değiştirirken doğal pamuk ve su kullanıyorum. Vücudunu ve saçlarını yıkarken mustelanın ürünlerini tercih ettim. Mümkün olduğunca az kimyasal madde ile karşılaşması için elimden geleni yaptım. Ayrıca, evi her zaman bol bol havalandırdım. Kışın bile uyutmadan önce odasının penceresini açıp havalandırıyorum. Dışarıda kirli bir hava oluyor, ama dışarıdaki kirli hava bile evin havasından daha temiz.

Pekçok şeyde etkili olduğu gibi genetik faktörler alerji durumunu da etkiliyor. Alerjik bir ebeveyni olan bebeklerde alerji görülme olasılığı daha yüksek. Doğum yöntemi de alerjiyi etkiliyor. Normal doğumda annenin rahim kanalından geçerken bebek, kendisi için faydalı pekçok bakteri ile tanışıyor ve daha az alerjik oluyor. Bu faydalı bakterilerden sezaryenle doğan bebekler faydalanamıyor. Bu nedenle sezaryenle doğan bebeklerin daha alerjik bünyeleri oluyor. Bir de bebeklerde en son gelişen organ akciğerler. Erken doğum durumunda bazen bebeklerin akciğerleri yeterince gelişmemiş olabiliyor. Bu tür bebeklerde de alerjiye yatkınlık oluyor. Son olarak, eskisi gibi doğal bir ortamda yaşamıyoruz. Yediğimiz sebzeler, soluduğumuz hava, giysilerimiz pekçok kimyasal içeriyor. Bu nedenle, insanlar eski zamanlara nazaran daha alerjikler.

Bebeğimizin alerjik olup olmadığını nasıl anlarız?


1) Bebeğinizin herhangi bir bebek bezine alerjisi varsa, bebeğiniz alerjik demektir. Örneğin, ilk aylar prima pampers bez kullanıyordum. Ancak, oğlum 4 aylıkken 3 numaralı prima pampers beze geçtim. ortasında mor bir bölüm vardı. Oğlumun pipisinin etrafı kızarmaya ve hatta kanamaya başladı. Bu nedenle Huggies kullanmaya başladım. Kızarıklık durumu düzeldi. Ancak, Huggies bezler de geceleri sızdırıyordu. Bir gecede üç kez bu nedenle çarşaf ve kıyafet değiştirmek zorunda olduğum oldu. En son Canbebeyi kullanmaya başladım. Ne alerji ne de sızdırma problemi ile karşılaştım. Halen kullanıyorum ve memnunum.

2) Bronşiolit gibi üst solunum yolu rahatsızlıkları daha çok alerjik bebeklerde görülüyor. Oğlum 5 ve 7 aylıkken bronşiolit oldu. Ventolin şurup kullanmak zorunda kaldım. Şimdi bile en ufak bir üst yolum yolu enfeksiyonu hemen ciğerlerini etkiliyor.

3) Atopik dermatit (alerjik ekzama) de alerjik bünyeye sahip bebeklerde görülüyor. Oğlum 10 aylıkken ekzama çıktı ve kortizonlu krem kullanınca geçti. Prof. Dr. Ömer Kalaycı'nın bu konuda güzel bir yazısı var. Bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

4) Herhangi bir gıdaya alerjisi varsa, bebeğiniz alerjiktir. Bu nedenle, ek gıdaya geçerken dikkatli olmak gerekiyor.

Sağlıcakla kalın...

26 Aralık 2014 Cuma

Taze Anne Ürkekliği

Her anne adayı tatlı bir merak içindedir çocuğunu dünyaya getirmeden önce. Aklında bir sürü soru vardır. Acaba kime benzeyecek, ne zaman doğacak, nasıl olacak, iyi bir anne olacak mıyım? soruları kafasının içinde döner durur.

Daha önceki bir yazımda bana vasa previa teşhisi konulduğunu, doğumdan önce 1 ay hastanede yattığımı ve oğlumun 3,5 hafta kadar gününden önce doğduğunu yazmıştım. Doğumdan önce hastanede yattığım günlerde oğlumun fiziksel gelişimini tamamlayabilmesi için mümkün olduğunca geç doğum yapmayı umuyor ve genellikle televizyon seyrederek vakit geçiriyordum. Ara ara hastane bahçesinde kısa yürüyüşler yapıyordum. Bazı geceler eşim yanımda kalıyordu. Diğer akşamlarda da eve gitmeden gelip biraz uğruyordu. Bir pazartesi sabahı doktorum, ansızın bugün doğumu yapıcaz dedi. Hiç beklemiyordum, hazırlıksızdım. Ağlamaya başladım. Halbuki doktorum doğrusunu yapıyordu. Yaşım ilerlemişti ve fazladan bir risk almaya gerek yoktu. Oğlumun küvezde kalması gerekse bile muhtemelen bu çok kısa bir süre olacaktı. Zira hastanede olduğum sürede bebeğin akciğerlerini geliştirici iğneler de yapılmıştı. Ama kendimi endişelenmekten alıkoyamıyordum. Doktoruma bari ertesi gün olması konusunda ısrar ettim. Tekrar NST'ye bağlandım, ama kasılmalar artmıştı. Doktorum da kanama olursa klinikte yatmama rağmen oğlumun kurtulma şansının çok düşük olduğunu, hafta sonu konuştuğu arkadaşlarından vasa previa teşhisi ile hastanede yatan hamilelerin bile bebeğinin kaybedildiği bilgisini aldığı, bu nedenle daha fazla risk almaya gerek olmadığını, zaten doğum için oldukça iyi bir haftada olduğumuzu söyledi ve beni sezaryen için alelacele hazırlamaya başladılar. Hemen eşime haber verdim. Son bir haftadır annem refakatçi olarak yanımdaydı zaten.

Gerçekten endişeliydim. Eşim beni ameliyathaneye indirmelerinden 1-2 dakika önce gelebildi. Eşimin doğuma girmesini istiyordum, ama o pek girmek istemiyordu. Ben benim yanımda olmasından çok bebeği muayene eden doktorları takip edebilmesi, bir aksilik olup olmadığını kontrol edebilmesi ve baba olmayı daha çabuk benimseyebilmesi için girmesini istiyordum. Daha önce hiç ameliyat tecrübem olmamıştı. İnsan ameliyathanede kendini yalnız hissediyor. Kafamda binbir türlü endişe vardı. Ancak, herkes çok yardımcıydı. Epidural vermek için yapılan iğneleri filan neredeyse hiç hissetmedim. Bana süreci anlattılar. Göğsümden altını hissetmeyecektim, doğum esnasında karnıma bir basınç yapıldığını hissedecektim, ama canım yanmayacaktı. Benim doktorların ne yaptığını görmemi engellemek için 30 cm eninde bir perde çekilmişti, ancak doktorları görebiliyordum, konuşmalarını duyabiliyordum.

Ameliyatın hemen öncesinde eşim de yanıma geldi. Yanımda olma kararını verdiği için ona müteşekkirim. Ameliyathanede olmaktan son derece rahatsızdı. Ben eşime göre daha rahat görünüyordum. Bir ara bana epidural yapan doktor, bendeki oksijen maskesini ona takabileceklerini söyledi. Zira o derece rahatsızdı. Sezaryen esnasında da bir ara komplikasyon oluştu gibi oldu. Doktorum diğer arkadaşına "acele et, ittir" diye talimat veriyordu. O anlarda bile sakindim. Oğlumun sağ salim doğacağına inancım tamdı. Küçük bir bekleyiş sonrasında oğlumun tüm ameliyathaneyi inleten gür sesini duydum. Ağlamasını duyduğum an hayatımın en mutlu ve en huzurlu hissettiğim anıdır. Ameliyat devam ederken getirip oğlumu bana, beni oğluma koklattılar. İstemsiz, gözyaşlarım kendiliğinden gözlerimden süzülüyordu. Hakikaten mutluluk gözyaşları döküyordum. Bir mucizenin içindeydim. Dudağımda uçuğumsu bir şey çıkmıştı, hasta eder korkusuyla oğlumu öpmekten çekindim. Sonra oğlumu bebek bölümüne götürdüler. Eşim de ameliyathaneden çıktı. Ben de bir an önce ameliyathaneden çıkmak ve oğlumun yanında olmak istiyordum. Ameliyathanede bir yarım saat daha kaldım. Sonra dinlenme odasına götürdüler. Mümkün olan en kısa süre kalıp oğlumun yanında olmak istediğimi söyledim. Odama çıkar çıkmaz oğlumu yanıma getirdiler. Bembeyaz ve buruş buruştu. Gördüğüm en güzel bebekti. Mutluydum, huzurluydum. Hemen sütüm geldi. Ben de hayata bir Pazartesi öğleden sonrası gelmişim.

Eşim de ben de çok tedirgindik. Doğuma rağmen sanki bir şey olacakmış gibi ürkektik. İlk gece eşim hiç uyumadı, sabaha kadar oğlumun başında bekledi. Bebeği uyuması için yatırdığımda hık dese uyanıyordum. Bazen geceleri sıçrayarak uyanıp kontrol ediyordum. Eşim de benim gibi uyku esnasında birden sıçrayıp oğlumuzu kontrol ediyordu. Hastanedeyken hemşireler çok yardımcı oldu. Maalesef erken doğduğu için 2.740 gramdı ve emmek konusunda isteksizdi. Zorla emziriyorduk. Hemen sarılığın etkisiyle uykuya dalıyordu. Ben emzirmeyi bilmiyordum. Bebeğin memeyi kavramasını nasıl sağlayacağımı bilmiyordum. Göğüslerimde süt olup olmadığını anlayamıyordum. Hastanede 15cc kadar mama verdiler. Eve gittiğimiz ilk akşam nasıl emzireceğimiz konusunda ben, eşim ve annem çok endişeliydik. Eve varıp da epeyce uğraştıktan sonra bebeğin memeyi kavramasını sağlayınca hepimiz rahatlamıştık. 

Oğlum 3 günlükken kontrole gittiğimizde sarılık değerleri çok artmıştı. Oğlumun kilosu 2.400 grama düşmüştü. Hemen fototerapiye aldılar. Ben o kadar çaresiz hissediyordum ki, bebeğime bakamadığımı düşünüyordum. Gözlerimden yaşlar oğlumu kaybetme korkusuyla dökülüyordu. Çaresizdim. Oğlumu gözleri siyah bir bantla bağlı ve çıplak bir şekilde fototerapi cihazında görmek beni mahvediyordu. Altı saat kadar fototerapi gördü. Fototerapiden sonra oğlum biraz düzelir gibi oldu, ama halen emmekte çok zorlanıyordu. Önce emzirip sonra süt sağıyordum, sağdığım sütü emmekten vazgeçmesin diye biberon yerine kadeh denilen küçük plastik kaplarla vermeye çalışıyordum. En fazla 3 saat ara ile oğlumu uyandırmamız gerekiyordu, ama uyandırmak da bir hayli zor oluyordu. Arkadaşlarımdan mama ver diyenler oldu, ama sütüm yeterli olduğu ve anne sütüne yapılan vurgu nedeniyle mama vermedim. Eşim de mama ver diyordu, ben emzirdiğimi, besleyebildiğimi sanıp vermiyordum. Ancak, 12 günlükken öğlene doğru oğlumu emzirmek için uyandırmaya çalıştım, ama uyandıramadım. Yenidoğan sarılığının arttığının farkındaydım, en yakın hastaneye gittik. Yenidoğan sarılığının yükseldiği ve yine fototerapiye girmesi gerektiği söylendi. Benim yine iki gözüm iki çeşme. Hem bebeğimi kaybetme korkusu yaşıyor, hem de iyi besleyemediğim için suçluluk duyuyordum. Şimdi bunların hepsi bir annenin yaşabileceği sıradan olaylar gibi geliyor. Ama bu olayları yaşarken çok başka bir ruh halindeydim. Bu hastanedeki fototerapi cihazı daha eski bir modeldi, bu nedenle bütün gece hastanede kaldık.

Hastaneden çıktığında oğlum bir türlü canlanmamıştı, az hareket ediyordu. Doktorunu aradık, biraz mama verin, düzelir dedi. Gerçekten de mama iyi geldi. Hastaneden çıktıktan sonra 9-10 gün kadar mama takviyesi yaptık. Ancak, ikinci kez fototerapi tedavisi gördüğü hastanede biberon ile besledikleri için oğlum kadehle beslenmek istemedi. Çaresiz biz de biberonla beslemeye başladık. Oğlum, beklenen doğum günü geldiğinde, yani kırk haftalıkken doğacağı gün kendine geldi. Normal emmeye başladı. Kilo alımı hızlandı. Birden her şey düzeldi ve ben de anneliğin zevkini yaşamaya başladım. Ama oğluma doğduğu ilk zamanlar biraz mama vermediğime pişman oldum. Mama bebeğin yenidoğan sarılığını daha kolay atlatmasını sağlıyormuş.

Yavaş yavaş anne olmaya alıştım. Tedirginliği azaldı. Emzirmenin keyfini doyasıya yaşadım ve bugünlere geldik. Şimdi 31 aylık. Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Anne olmak isteyen herkesin annelik duygusunu yaşamasını dilerim.

Görüşmek üzere...




24 Aralık 2014 Çarşamba

Anne Sütünün Artması İçin Ne Yapılabilir? - Carlos González Önerisi

Carlos González, "insanlar süt miktarının anneye bağlı olduğuna inanıyorlar, ancak süt miktarı anneye değil bebeğe bağlıdır." diyor. Süt miktarı her zaman çocuğun emdiği kadardır. Süt üretimi, bebeğin bir önceki seferde emdiği miktara göre yapılır. Bebek açsa ve son damlaya kadar emmişse, süt hızla yeniden üretilir. Eğer bebek bir önceki emzirmede isteksizse ve yarıda kesmişse süt üretimi yavaş olur.

Anne sütünün bebeğin ihtiyaç duyduğundan az olması 3 halde mümkündür:

1) Bebek yeteri kadar emmezse. Örneğin, hastaysa veya karnı biberon, su gibi şeylerle doldurulduysa.

2) Bebek kötü bir şekilde emerse. Örneğin, dilini yanlış yerleştirerek emiyorsa veya çok kilo kaybettiği için zayıf düştüyse veya nörolojik bir sorunu varsa.

3) Bebeğe emme fırsatı verilmezse. Bebeğe emzirme konusunda bir saat düzeni tutturulmaya veya meme istediğinde emzikle oyalanması sağlanıyorsa.

Bazen bebekler çok hızlı emdikleri için annelere az emmiş gibi gelebilir. Her bebeğin emme hızı farklıdır.

Sütü artırmak için ne yapmalıyım? sorusu sorulduğunda ilk yapılması gereken gerçekten bir sorun olup olmadığının araştırılmasıdır. Örneğin, bebek çok az kilo alıyor veya kilo kaybediyorsa bir sorun olabilir.

González bol su içilmesi konusunda herhangi bir sey söylemiyor. Türkiye`de doktorlar emzirirken genellikle bol su içilmesini önerirler. Onun yanında ısrar edilirse, sütü arttıran çayları öneriyorlar. Acaba bu çayları önererek bir plasebo etkisi mi yaratmaya çalışıyorlar? Bilemiyorum. Ben oğlumu emzirdiğim dönemde sütü arttırdığı söylenen tüm yiyecekleri denedim, sütümü bariz bir şekilde arttıran herhangi bir yiyecek dikkatimi çekmedi. Ancak, kilomun bariz bir şekilde arttığını kesinlikle söyleyebilirim.

Genel itibarıyla Humana'nın stil tee bitki çayı, rezene çayı, kırmızı et, yoğurt, tahin helvası, hurma,  kuru incir, yayla çorbası, bulgur pilavı, yeşil soğan, börülce, dereotu, maydanoz, kimyon, sütlü ve şerbetli tatlılar, komposto ve hoşaf anne sütünü artırır deniliyor. Aslında listeye şöyle bir bakarsak, dengeli bir beslenme yapılıyorsa ve bol su içiliyorsa süt bebeğe yetiyor. Bence en önemli şey annenin emzirdiği dönemde huzurlu olması. Anne stresliyse süt azalıyor. Ama naçizane fikrim anne bebeğine bağlanmışsa, süt her durumda bebeğe yetiyor.

Her annenin sütü kendi bebeğine özeldir. Her zaman içeriği farklıdır. Bebeğin ihtiyacına göre gün içinde ve zaman içinde değişir. Umarım uzun zamanlar emzirirsiniz. Ek gıdalara geçmek için acele etmeyin!

Görüşmek üzere...

23 Aralık 2014 Salı

Çocuğum Yemek Yemiyor? - 3

Carlos González, kaşığı uçak yaparak, şarkı söylerek, dans ederek, oyuncaklarla oynayarak veya televizyon seyrettirerek çocuğun dikkatini dağıtmak, söz vermek, yalvarmak, başka çocuklarla karşılaştırmak, rica veya tehdit etmek gibi yöntemlerle çocuğun yemeye zorlanmamasını öneriyor.

González'in çocuğa nasıl yemek sunulacağına dair verdiği çok güzel bir örnek var. Örneğin, yemekte makarna varsa önce sadece 3 makarna koyun, Bitirirse "Daha fazla makarna ister misin?" diye sormayın. Eğer istiyorsa kendisi söyleyecektir. Biraz beklediniz halen makarnaları yemiyorsa "Bitti mi, daha fazla istemiyor musun?" diye sorun. "İstemiyorum" derse suratınızı asmadan tabağını alın. Ama istiyorum deyip yemezse, ya şimdi yemesi gerektiğini ya da tabağını lacağınızı nazikçe söyleyin. Aradan makul bir süre geçince halen yemiyorsa tabağını alın. Ancak, tabağını almak konusunda ısrar ederse verin. Çocuk tek başına yemeye alışmadıysa, yani birisi ağzına yemek veriyorsa tek başına yemesini bir ceza gibi algılamasını sağlayacak şekilde davranmayın. Yemiyor ve tabağı önünden almanıza izin veriyorsa nazikçe "Yemene yardım etmemi ister misin?" diye sorabilirsiniz. İstemiyorsa yemek vermeyin. Sonra yemekte başka bir yemek varsa onu da bu şekilde deneyebilirsiniz. Her zaman tabağına reddetmeden yiyeceği bir miktar koyarak başlayın. İkinci tabakla da işiniz bitince tatlı varsa, tatlıyı ikram edebilirsiniz. Ama tatlıyı rüşvet olarak sunmayın (yemeğini bitirsen tatlı vereceğim), şantaj konusu yapmayın (yemeğini bitirmezsen tatlı yiyemezsin), çocukla alay etmeyin (açsın, yemeğini yemiyorsun, ama tatlıyı yiyorsun küçük hanım) veya suçlamayın (ben yemek hazırlamak için o kadar uğraşayım sen tatlı ye). Eğer tatlı da istemiyorsa bırakın oynasın.

Çocuğa yemek sunarken, yemiyor diye sağlıklı besinler yerine abur cubur vermeyin. Bir de bir saat uğraşıp yemek pişirdikten sonra, çocuğunuz başka bir yemek istedi diye tekrar çocuğunuzun istediği yemeği pişirmeyin. Çocukken 6 yaş civarında çok zayıf bir çocuktum, şimdi yediğim pekçok yiyeceği yemezdim. Annem de bize ayrı yemek pişirmezdi. Sevmediğim yemeğin suyuna ekmek banıp yerdim. Ama bana hiçbir zaman zorla yemek yedirilmedi. En sevdiğim yemek ıspanaktı. Sonra zaman içinde pırasayı, karnabaharı da sever oldum. Annem halen öyledir, çocukları torunlarını yemesi için zorlasa bile, annem zorlamaz. Ama "Eşeğin ayağını ye!" tarzında hafiften söylenmeyi de ihmal etmez :)

González, çocuklarına zorla yemek yediren annelere bir deney öneriyor. Çocuğunuzu tartın. Yemeye zorlamayın. Bir süre sonra örneğin bir hafta sonra. yeniden tartın, ama ilk tartığınız zamanki koşullar içinde olsun. Eğer bir kilo vermediyse, yemeye zorlamamaya devam edin. Bir kilodan fazla kilo kaybının olmaması, zorlasanız da zorlamasanız da çocuğunuzun aynı miktarda  tükettiğini gösterir.

Israr : Çocuğun yemesi için ısrar etmeyin. Çocuk kendisine sunulan her şeyi yemesi halinde hastalanacaktır. Allah'tan doğa buna izin vermiyor. Çocuk eninde sonunda tükürmenin veya kusmanın bir yolunu bulacaktır. Yemiyorsa yemesi için ısrar etmeyin. Hiçbir çocuk etrafta yiyecek varken açlıktan ölmez!

Gece Beslenme: Gündüz yemediği şeyler, gece çocuk uyurken yedirilmeye çalışılmamalı.

Karşılaştırma: Karşılaştırmalar hem çocuğumuzu hem de karşılaştırdığımız diğer çocuğu rahatsız eder. "Bak arkadaşın yemeğini yedi, sen yemiyorsun!" tarzı sözler her iki çocuğu da rahatsız eder. Aynı şeyi birisi bize yaptığında nasıl rahatsız oluyorsak, çocuklarımız da rahatsız olacaktır.

Rüşvet: Yemek yemesi için çocuğa vaatlerde bulunulmamalı. Yapılan bir deneyde bir grup çocuğa yeni bir yiyecek sunulmuş, yemeleri halinde kendilerine ödül verileceği söylenmiş. Diğer bir gruba da sadece yeni yiyecek sunulmuş ve herhangi bir vaatte bulunulmamış. Birkaç günlük gözlem sonunda, kendilerine ödül sunulmayan gruptaki çocuklar yeni yiyeceği diğer gruba nazaran daha fazla tüketme eğiliminde olmuşlar. Sonuçta çocuklar, kendilerine ödül sunulduğunda, ödül verildiğine göre bu yiyecek pek güzel bir şey değil diye düşünmektedirler.

İştah açıcı şuruplar: İştah açıcı şurupların bir kısmı gerçekten iştah açarken, bır kısmı plasebo etkisi yaratmak, yani sadece iştahı açıyormuş gibi düşündürtmek için kullanılır. Ancak, her ikisinin de bir takım zararlı etkileri olabilir. Plasebo iştah açıcılar, çocukta alerjik reaksiyonlara sebep olabilir. Esasen iştah beyin tarafından kontrol edilir. Gerçekten işe yarayan iştah açıcılarda bulunan siproheptadin, dihexazine gibi maddeler beynin iştah merkezini harekete geçirirler ve bu maddelerin çok ciddi yan etkileri olabilir. Her ilaç alımıyla birlikte bir risk alınıyor. İlaç kullanırken, ilaçtan beklenen faydanın karşılaşılan riskten çok daha büyük olmasına dikkat etmek gerekir. Sonuç olarak, iştah şurupları ile alınan ciddi riskler karşılığında sağlıklı çocukların ihtiyaçlarından daha fazla yemesi sağlanmaktadır.


İlgili Yazılar:


22 Aralık 2014 Pazartesi

Çocuğum Yemek Yemiyor - 2

“Çocuğum Yemek Yemiyor” kitabında Carlos González, çocuğun yemek yememesi durumunun çocuğun yedikleri ile annenin ondan yemesini bekledikleri arasındaki dengesizlikten kaynaklandığını söylüyor. Çocuklara saygı gösterir ve zorlamazsak ihtiyaçları olanı yiyecekler, mutlu ve sağlıklı bir şekilde büyüyeceklerdir.

Dün akşam oğluma köftelerini hazırladıktan sonra sana köfte pişirdim, istersen yiyebilirsin deyip köfteleri görebileceği bir yere koydum. Önce ilgilenmedi. Bir yarım saat sonra köftelere bakmaya başladı, ama yine yemedi. Ama 10 dakika sonra kendisi yemeye başladı. Öbür türlü, ben bir girişimde bulunacaktım. Açsa yiyecek, aç değilse başını çevirecekti. Ben bir 10 dakika sonra tekrar deneyecektim ve süreç böyle devam edip gidecekti. Bu bana ders olsun! Bundan sonra pişirip ortalığa koyacağım, isterse yer, istemezse büyük kediler yer :)

Çocuklar neden yemek yer?


“Çocuğum Yemek Yemiyor” kitabında González, çocukların hayatta kalmak, hareket etmek ve büyümek için yemek yediğini söylüyor.

Hayatta kalmak için yerler: Bir canlının ihtiyaç duyduğu yemek miktarı onun boyutuna bağlıdır. Çocuklar beden olarak yetişkinlerden daha küçüktürler. Bu nedenle, büyümüyor olmasalardı bir yetişkinden çok daha az yemek yerlerdi.

Büyümek için yerler: İnsanoğlu, ilk bir yılda büyüdüğü kadar hızlı ergenlik döneminde bile büyümez. Örneğin, oğlum ilk bir yılda 25 cm uzamıştı, kilosu da 9 kg civarındaydı. Açıktır ki, doğumdan sonra oğlum dahil hiç kimsenin ilk bir yıl haricinde hayatının hiçbir döneminde bir yılda 20-25 cm kadar uzaması mümkün değildir. Ancak, çocuğun büyümesi bir yaşından sonra yavaşlar. Carlos Gonzalez, bebeklerin ilk 4 ayda yediklerinin %27’sini, 6-12 ay arasında %5’ini, ikinci yılda ise %5’ini büyümeye harcar diyor. Aslında, büyüme büyük ölçüde genlerden kaynaklanmakta, kıtlık gibi ciddi bir beslenme sorunu yaşanmıyorsa beslenme büyümeyi etkilememektedir. Yani daha çok yedirerek çocuğun daha hızlı büyümesinin sağlanması mümkün değildir. Bu nedenle 1-6 yaş arasında ve yavaş büyüyen bir çocuk, 9 aylık veya ergenlik dönemindeki bir çocuktan daha az yer. Esasında bir çocuk boyutuna göre bizden çok daha fazla yiyor. Sonuç olarak, çocuklar büyümek için değil, büyüdüğü için daha fazla yemek yiyor.

Hareket etmek için yerler: Küçük çocuklar daha çok hareket ederler. Ancak, 10 kiloyu taşımak ile 60 kiloyu taşımak için gereken enerji aynı değildir. Bu nedenle çocuklar düşünüldüğü kadar çok enerji harcamazlar.

Çocuğunuzun kilo grafiğindeki durumuna takılıp sağlıklı bir çocuğa daha fazla yedirmeye çalışmayın. Çocuğunuzun %1’lik en alt dilimde olması onun sağlıksız olduğunu göstermez. Her çocuğun büyüme dönemleri de farklıdır. Bu nedenle her çocuğun kendine özel büyüme grafiği zikzaklar çizecektir, artan bir eğri değil.  Öte yandan anne sütüyle beslenen bebekler, ilk 6 ayda grafiklere çok daha fazla kilo alırlar, 6. aydan sonra grafiklere göre daha düşük miktarda kilo alırlar.

Çocuklar neden sebze sevmez?


Küçük çocukların mideleri küçük olduğundan az miktarda, ama bol kalori sağlayan yiyecekleri yemeleri gerekiyor. Sebze yemekleri de az kalorilidir, uğraşsalar da ihtiyaçları olan kaloriyi sağlayacak kadar çok sebze yiyemezler. Çorba veya pişirilen yemeğin suyu ise çok daha az miktarda kalori içerir. Bu nedenle, çocukları sebze yemeye zorlamak onların sebzeden tiksinmesini sağlayabiliyor. Kendi hallerine bırakıldığında küçük bir porsiyon sebze yemeği yerler. Ancak, bu miktar birkaç kaşığı geçmez.

Gonzalez, çocukların beslenmesine meyve ve sebzenin çok sonra, bu yüzyılın başında eklendiğini belirtiyor. Eskiden gerekli vitaminleri anne sütü ile elde ediyorlardı. Anne sütü bebeğe gerekli olan kaloriyi sağlayan en iyi besin kaynağıdır. Anne sütü içen çocuğun çok sıcak havalarda bile su içmesine gerek yoktur. Anne sütü bebeğin ihtiyacına göre şekillenir.

Çocuklar neden kendileri yemez?


Çocuklar 1 yaş civarıda kendi kendilerine yemek isterler ve bundan zevk de alırlar. Kendi kendilerine yerlerse daha az yerler (anne sütü alıyorsa endişelenmeyin), uzun sürer ve etraf kirlenir. Anne bu duruma katlanabilirse çocuk bütün hayatı boyunca kendisi yemeye devam eder. Ancak, anne yedirmeye devam ederse çocuk 3 yaşına geldiğinde kendi yemeye 1 yaşındaki kadar hevesli olmaz.

Çocukların savunma mekanizmaları


Çocuklar annelerinin fazla yedirmelerine karşı 3 şekilde kendilerini savunurlar. İlk olarak ağızlarını kapatıp, başlarını çevirirler. Bu hareket etkili olmazsa, ağızlarını açarlar, ama yutmayıp biriktirirler. Bu yöntemler işe yaramazsa son çare olarak da, yutarlar ama bir süre sonra kusarlar.

Alerji Sorunu


Alerji sorunu olan çocuklar, kendilerine rahatsız veren yiyeceği yemezler, kendilerini kötü hissettiklerinden reddederler. Alerjilerin çok büyük bir kısmı inek sütünden kaynaklanır. İnek sütü alerjisi varsa, peynir, yoğurt gibi diğer süt ürünleri de kesilmelidir. İnek sütü alerjisi genellikle kendi kendine, çoğunlukla da bir ila dört yıl arasında geçer.

Alerjiye neden olduğunu düşündüğünüz gıdayı kesin, sonra bir hafta on gün kadar alerji etkilerinin kaybolup kaybolmadığına bakın. Kaybolmuşsa, belirtilerin ortadan kalkmasının nedeninin tesadüfi  olmadığından emin olmak için daha çok miktarda o gıdayı tüketip sonuçlarına bakın. Alerji belirtileri yeniden ortaya çıkarsa, alerji kanıtlanmış olur.

Nasıl sağlıklı besinler yedirilir?


Çocukların tatlı ve tuzlu şeylere doğal bir eğilimi vardır. Çocuklar ne kadar tok olurlarsa olsunlar, çikolataya ayıracak yer mutlaka bulurlar. Biz yetişkinler için de durum aynıdır. Bu nedenle, çocukların sağlıklı besinler yemesi isteniyorsa bu tür tatlı ve tuzlu lezzetli yiyecekler verilmemeli.  Özel günler dışında tatlı yiyecekler yedirmeyin. 

Bir yaşından sonra süt içiyorsa, yarım litreyi geçmesin. İçecek olarak, su tercih edin. 

Çocuklar ellerinin altlarında belirli bir besin olduğu halde, onu yemelerine izin verilmezse o besinden giderek daha çok hoşlanırlar. “Bu kadar şeker yemek yeter" demek çocuğun daha fazla şeker istemesine neden olur. Çocuğun şekere alışması istenmiyorsa, en iyi yol evde şeker bulundurmamaktır. 

Çocuklar hangi besine ihtiyaç duyduklarını biliyor!


Dünyadaki tüm hayvanlar ihtiyaç duyduklarını yerler. Her insan ve hayvanın ihtiyacı olan besinleri bulmasını ve uygun miktarda yemesini sağlayan içgüdüsel bir mekanizması vardır. Bu nedenle, çocuğa istediğini yeme izni verilirse ihtiyaç duyduğu yiyeceği seçer. 

Canım bir yiyecek isterse demek ki vücudumun bu yiyeceğe ihtiyacı var deyip tüketirim. Demek ki, doğru yapıyormuşum :)


İlgili Yazılar:

Çocuğum Yemek Yemiyor? - 1

Oğlumun çok büyük bir yeme sorunu yok. Ama pekçok anne gibi ben de çocuğumu kendim yediriyorum. Karşıma oturtup hadi yemeğini yiyelim de olmuyor. Genelde bir kitap okuyorum, kitap olmazsa ilgileneceği bir oyun kuruyorum, oyun esnasında yediriyorum, hiçbiri olmazsa dışarı çıkarıyorum. Bu arada yemeyecekse bunların hepsini yapsanız da yemiyor. Ama dışarı çıkardığım zamanlarda hiç yemediği olmadı, az veya çok yer. Bazen de hiç sebze yemeği yemez. Bir süre sonra meyve veya bulgur pilavı gibi bir şey yer. Bir de hiçbir zaman çok fazla yemek sunmadım. Oğlum şimdi 2,5 yaşında. Olur da yerse diye tabağa en fazla 5 yemek kaşığı koyarım, 2 yemek kaşık yemişse yeterlidir benim için. Laura A. Jana ve Jennifer Shu tarafından yazılıp Cengizhan Elmas tarafından çevrilen “Yemek Savaşları” kitabında çocuk kaç yaşındaysa o kadar yemek kaşığı yemek verin, günlük değil haftalık olarak ne yediğine bakın ve sebzeleri yeşil, turuncu ve beyaz diye ayırarak her renk grubundan yedirmeye çalışın diyordu. Ben renk grubundan çok baklagiller ve diğer sebzeler olarak ayırım yapıyorum. Oğlum baklagilleri yemek konusunda daha hevesli.

Çocuğun kendi başına yemek yemesi için ek gıdalara (katı gıda) başlandığı ilk andan itibaren çocuğa oyunla yemek yedirmemek gerekiyor. Genellikle o dönemde çocuk anneyi emdiği için aç kalması gibi bir sorun olmayacaktır. Yemiyorsa da ısrar etmemek gerekiyor. Ben evdeyken oğluma yemek yedirirken oyun yaptırmıyordum. Önüne oyuncak ve haşlanmış sebzelerden koyuyordum. Ama yesin diye oyunlar yapmıyordum. Ancak, işe başladıktan sonra bakıcı oyunsuz çocuk yer mi deyip oyun yapmaya başlayınca ipin ucu kaçtı. Bilirsiniz bizim kültürde çocuk yemediyse bir seferberlik başlar. Ne yapıp edilip çocuk yedirilir. Ben de nasılsa kreşe başlayınca kendi başına yemeye alışacaktır deyip çok umursamıyorum. Ama bugünlerde kişiliğini ortaya koyma çabasında, o yüzden bu şekilde yedirmeye son versem iyi olacak diye düşünüyorum.

Bu arada dikkat ettiniz mi bilmem, önceki paragrafta katı gıda yerine ek gıda yazdım. Zira doğrusu bu. İlk bir yıl halen ana besin kaynağı anne sütü olması gerekirken, bizde il bir yılda ek gıdalar ana besin kaynağı, anne sütü de tamamlayıcı gibi kullanılır. Doktorlar da bu şekilde yönlendirir. O dönemde ben de ilk 8 ay ana besin kaynağı olarak anne sütü verdim. Ama doktorumuz biraz ısrar edince oranı yarı yarıya olarak ayarladım. Ek gıdalara başlamanın nedeni, çocuğun başka besin kaynaklarına alışmasını sağlamak ve anne sütü emerken alerji ve çölyak riski daha az olacağı için bebeği bu tür risklerden korumaktır. Ek gıdalar da blendırdan geçirilerek değil, çatalla ezilerek bebeğe sunulur. Çoğunluğu sudan oluşan çorbalar yerine sebze püreleri verilir. Zira midesi çok küçük olduğu için 2 kaşık çoğunluğu su olan çorba yerine 1 kaşık sebze püresi çok daha vitaminlidir. Ayrıca, bir yaşından önce bazı alerjik besinlerin verilmesi kesinlikle önerilmez. Mesela balık alerjik bir yiyecek olmasına ve bir yaşından sonra başlanılması önerilmesine rağmen, doktorumun önerisiyle ben 9. ayda somon balığı yedirmeye başladım. Alerjik bir reaksiyon gelişmedi çok şükür. Ama risk almaya ne gerek var! Norveç Astım ve Alerji Derneği tarafından hazırlanan gıda alerjisine ilişkin Türkçe bir kitapçık var. Hangi besinlerin alerjik olduğunu göstermesi bakımından okumakta fayda var diye düşünüyorum. Bu bağlantıdan ulaşılabilir.

Hafta sonu çok güzel bir kitap okudum. Carlos González’e ait “Çocuğum Yemek Yemiyor” kitabı. Yazarın adı Türkiye'de pekçok yerde Carlos Gonzales olarak yanlış yazılmış. Keşke daha önce okusaydım diye düşündüm. Ama hiçbir zaman okumak için geç kalınmış bir kitap değil.  Bazı önerileri bizim toplumda ne derece kabul görür bilemiyorum. Örneğin, ülkemizde yoğurt bebeğe ilk tattırılan besinlerdendir. Türkiye’de inek sütünün alerji yapması nedeniyle bir yaşından sonra çocuklara verilmesi öneriliyor. Sadece inek sütü alerjisi teşhisi konulunca bebeğe sütten yapılan yoğurt, peynir gibi diğer ürünler de yedirilmiyor. Bebek anne sütü alıyorsa, anne süt ve süt ürünlerini yemiyor. Bu nedenle Gonzalez, yoğurt, peynir gibi süt ürünlerinin de çocuğa inek sütü gibi bir yaşından sonra verilmesini öneriyor.


Bundan sonraki iki yazımda Carlos González’in “Çocuğum Yemek Yemiyor” kitabından öğrendiklerimden bahsedeceğim. 

Sağlıcakla kalın...

İlgili Yazılar:



20 Aralık 2014 Cumartesi

Güvenli Bağlanma Nasıl Gerçekleşir? - Dr. William Sears ve Martha Sears'ın Önerileri

Turhan Yörükan'ın "Bağlanma ve Sonraki Yaşlarda Görülen Etkileri" adlı kitabında bağlanma kuramının nasıl geliştiği, bağlanma kuramını destekleyen araştırmalar ve bağlanma stillerinin yetişkinlik dönemine etkileri detaylı bir şekilde ele alınmış. Bağlanma kuramına ilişkin yapılan çok bilindik araştırmalar da biraraya getirilmiş. Güvenli bir bağlanmanın gerçekleşebilmesi için genel itibarıyla dokunma, yakın ve karşılıklı iletişimin gerektiği belirtilmiş, ama bu yakınlığı sağlayacak öneriler ayrıntılı bir şekilde verilmemiş. Daha önce yazdığım "Güvenli Bağlanma Nasıl Gerçekleşir? - Adem Güneş" başlıklı yazımda Adem Güneş'in önerilerini yazmıştım. Yine doğal ebeveynliği öneren Dr. William Sears ve Martha Sears tarafından yazılan "Doğal Ebeveynlik" kitabında bağlanmanın sağlanmasında annelere yol gösterici olabilecek yedi yöntemden ayrıntılarıyla bahsedilmiş. Bu yöntemlere aşağıda kısaca değindim.

Searsların Önerdiği Yedi Yöntem


1) Bebekle doğumda bağlanmak: Doğumdan sonraki ilk 6 haftada anne ve bebek devamlı birarada olursa bağlanma için iyi bir başlangıç yapılmış olacaktır.

2) Emzirmek: Emzirme sırasında salgılanan hormonların annenin sezgilerini güçlendireceği ileri sürülmüş.

3) Bebeği askıyla taşımak: Askıyla taşınan bebekler daha az huysuzluk yaparlar ve daha sessiz olurlar.

4) Bebeğe yakın uyumak: Bebeklerin anneye yakın uyuması, annenin gece de bebeklerinin ihtiyaçlarını kolayca karşılamasını sağlar.

5) Bebeğin ağlamasını dikkate almak: Bebeğin ağlamasına duyarlı olmak bebeğin anneye güvenmesini sağlar.

6) Denge ve sınırlar: Bebeğe ne zaman hayır denilmesi gerektiği bilmek gerekiyor.

7) Bebek eğiticilerine dikkat: Bebeğin ağlamasını, rutine sokulmasını ve fazla kucaklanmamasını öneren kişilere kulak asılmamasını öneriyor.


İlgili Yazılar:


Bağlanma Stillerinin Yetişkinlik Dönemine Etkileri

Bebeklerin Tercihi Besleyen Anne mi? Dokunan Anne mi?

Ainsworth`ün Bebeklerde Gözlemlediği Onüç Güvenli Bağlanma Davranışı

Bağlanma Kuramı, Imprinting ve Hassas Devre

Bağlanma Kuramı ve Bağlanmayı Sağlayan Genetik Davranışlar

Güvenli Bağlanma Nasıl Gerçekleşir? - Adem Güneş'in Önerileri

Güvenli Bağlanma Nedir?


19 Aralık 2014 Cuma

Bebekler Belgeseli

Yazmadan edemedim. Afrika, Moğolistan, ABD ve Japonya'da dört bebeğin doğumlarından yürüdükleri zamana kadar olan hayatlarından kesitlerin verildiği "Babies" diye muhteşem bir belgesel var. Mutlaka seyredin derim. Ama Afrika'da yetişen bebeklerin en huzurlu bebekler gibi göründüğünü söylemeden geçemeyeceğim.

Babies: http://vimeo.com/30328533

Bağlanma Stillerinin Yetişkinlik Dönemine Etkileri

Turhan Yörükan'ın "Bağlanma ve Sonraki Yaşlarda Görülen Etkileri" kitabında, Bowlby ve Ainsworth'ün araştırmalarının bebeklerin sıcak ve duygulu bir bakım almaları durumunda bakıcısına güvenle bağlandıkları ve bu güvenli bağlanmanın bağımlılık yaratmadığını, aksine onları daha bağımsız kıldığını ortaya koyduğu belirtilmektedir. Bağımsızlığın kazanılabilmesi için bağlanmanın güvenli bir zemin oluşturması gerekmektedir. Bebekler, kendisine çevresini keşfetmesi için güvenli bir zemin hazırlayacak olan bireylerle yakınlığını sürdürmeye yönelik bir donanımla dünyaya gelmişlerdir. Yakınlığı sürdürmek, bağlanma ihtiyacına cevap verecek diğer bireylerin buna ne derecede olumlu katkıda bulunacaklarına, gerekli ilgiyi gösterip göstermeyeceklerine bağlıdır. Anne ile yaşanan tecrübeleri bebek bir model olarak içselleştirmekte ve bu modeli daha sonra kuracağı ilişkilerde kullanmaktadır.

Her birey dünya ve kendisi için bir takım modeller oluşturur ve bu modeller yardımıyla olayları algılamaya, geleceği önceden kestirmeye ve planlar yapmaya çalışır. Dünya için oluşturduğu modeller içerisinde, bireyin bağlandığı kişiden ne gibi fikirler edindiği, bağlandığı kişinin nerede bulunduğu ve bu kişilerden ne gibi tepkiler bekleyeceği konuları anahtar rol oynamaktadır. Kendisi hakkında oluşturduğu modeli, bireyin bağlanılan kişi nezdinde ne şekilde kabul gördüğü belirlemektedir. Çocuk ilk yılın sonuna doğru kendi iç dünyasını kurmaya başlıyor, konuşmaya başladığı ikinci ve üçüncü yılda bunu daha etkili bir şekilde gerçekleştirmektedir. Bu şekilde çocuk, dünyanın, annesinin ve diğer önemli kimselerin kendisine ne şekilde davrandığı, onlardan ne beklediği, onlara karşı nasıl davranacağı konusunda bir model oluşturmaya ve bu modelin içerisinde kendi durumunu değerlendirmeye ve ona göre bağlanma planları yapmaya başlamaktadır. Bu modelleme dönemi, birey açısında gelecek ve sonraki hayat için bir yol gösterici olmaktadır.

 Durum Testi ve Uganda'da yapılan saha araştırmaları sonucunda elde edilen veriler ışığında geliştirilen bağlanma kuramına göre, annesine güvenle bağlanmış olan çocuklar daha sonraki gelişme dönemlerinde olgun davranışlar sergilemekte, ilişkileri uzun ve sürekli olmaktadır. Çocukluk ilişkilerinde uzak veya sakınmalı bir bağlanma yaşamış olan kişiler başkalarına karşı daha az güven duyan, yakın sıcak ilişki kurmakta güçlük yaşayan kişiler olmuşlar. Kararsız veya güvensiz bir bağlanma tarzı yaşamış olanlar ise, çoğunlukla arkadaşlarına yakın olmayı istemekle birlikte arkadaşlarından aynı sıcaklığı bekleyebilecekleri konusunda endişe duyan kişiler olmuşlardır. Dolayısıyla çocukluk döneminde yaşananlar yetişkin kişiliğinin oluşumunda önemli bir role sahiptir. Kişinin kendisi ve diğer kimseler hakkındaki izlenimleri kişiliğinin temel unsurlarını oluşturmaktadır. Bu izlenimler genellikle bir kişinin kişiler arası ve sosyal ortamlarda davranışlarını açıklamada ve psikolojik bozukluklarının anlaşılmasında yardımcı olmaktadır.

Umarım anneler ve anne adayları için faydalı bir yazı dizisi olmuştur. Sağlıcakla kalın...

İlgili Yazılar:


Güvenli Bağlanma Nasıl Gerçekleşir? - Dr. William Sears ve Martha Sears'ın Önerileri

Bebeklerin Tercihi Besleyen Anne mi? Dokunan Anne mi?

Ainsworth`ün Bebeklerde Gözlemlediği Onüç Güvenli Bağlanma Davranışı

Bağlanma Kuramı, Imprinting ve Hassas Devre

Bağlanma Kuramı ve Bağlanmayı Sağlayan Genetik Davranışlar

Güvenli Bağlanma Nasıl Gerçekleşir? - Adem Güneş'in Önerileri

Güvenli Bağlanma Nedir?


Bebeklerin Tercihi Besleyen Anne mi? Dokunan Anne mi?

Turhan Yörükan'ın "Bağlanma ve Sonraki Yaşlarda Görülen Etkileri" kitabında bir bölüm bağlanmanın gerçekleşmesinde bebeklerin besleyen anneye mi, yoksa yakın temas halinde olup ilgilenen anneye mi daha duyarlı oldukları konusu incelenmiş.

Freud, bebeklerin anne ve babalarına bağlanmalarını, bebeklerin temel bedensel ihtiyaçlarının, beslenmelerinin ana babaları tarafından sağlanmış olmasına dayandırmış. Ancak, Harlow ve Zimmerman tarafından yapılan bir araştırma aksini ortaya koymuş ve bir yavru için dokunmanın güven verici bir bağlanma sağladığı görülmüştür. Rhesus maymun yavruları doğar doğmaz annelerinden ayrılarak başka kafeslere konulmuş. Kafeslere biri sadece tel örgüden ibaret olan, diğeri havlu gibi bir kumaşla kaplanmış yapay anneler yerleştirilmiş. Maymun yavrularının, tel örgülerden yapılmış anneyle pek az bir zaman geçirmesine karşılık, üzeri havlu gibi bir kumaşla kaplı yapay anneye sıkıca sarılmışlar. Hatta tel örgüden yapılmış annenin bir aygıt vasıtasıyla süt vermiş olmasına rağmen, yavruların diğer kumaş kaplı anneye sokulmayı ve sarılmayı tercih etmişler. Maymun yavruları korktukları ve alışık olmadıkları bir uyaranla karşılaştıklarında da kumaş kaplı yapay anneyi tercih etmişler. Yine yeni ve merak uyandıran bir uyaran olduğunda yavaş yavaş kumaş kaplı yapay anneden ayrılıp bu yeni uyaranı keşfetmeye çalışmışlar ve sonra tekrar kumaş kaplı yapay annelerine dönmüşler. Yavrularca, yiyecek sağlamadığı halde kumaş kaplı annenin tehlikelerden koruyan bir anne olarak algılandığı ve yavruların bu anneye bağlandığı görülmüş. Ancak, bu yapay anneye bağlanmaları maymun yavrularının sağlıklı sosyal gelişimi için yeterli olmamış ve yetişkin olduklarında diğer maymunlarla ilişki kurmakta güçlük çekmişler. Bu şekilde yetişmiş maymunlar, oyun esnasında kendilerinden çok küçük maymunlar tarafından azarlanıp dövülmüşler. Yavruların iki yıl süre ile sosyal temastan sonra, ancak bedensel yaralarını iyileştirebildikleri, sosyal yaralarını iyileştiremedikleri görülmüş.

Öte yandan, Anna Freud ve S. Dann tarafından yapılan başka bir araştırmada da, annelerinden ayrılan yavrular birarada tutulmuş. Bir yıl süren tecritten sonra, bu yavruların  normal şekilde büyütülmüş maymunlarla oynayabilmiler ve mahrumiyetin etkilerini giderebilmişler. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında birarada kalan çocuklarda da benzer bir durum gözlenmiş.

Sonuç olarak, araştırmalarla bağlanmada beslenmeden ziyade dokunmanın etkili olduğu, ancak basit bir bedensel temastan çok karşılıklı bir etkileşimin gerektiği, annenin yokluğu durumunda bu yoksunluğun yaşıtları olan yavrular grubu ile giderilebileceği ve bu yaşıtlarınınn alternatif bir bağlanma figürü olabileceği ortaya konulmuş.

Bowlby, sadece ekonomik olarak gelişmiş Batı toplumlarında bebeklerin gündüzleri birkaç saat, geceleri ise genellikle annelerinden uzak tutulduğu, goriller gibi hayvanlar ile doğaya yakın olan gelişmemiş toplumlarda anne ve yavrunun fiziksel yakınlığının çok net görüldüğü, bu nedenle karşılıklı yakınlığın içsel bir davranış biçimi olduğu ve evrensel bir davranış kalıbı olarak görülmesi gerektiğini söylemektedir. Bebekler sıkıca tutma ve sarılma kabiliyetine sahiptir ve insanlarla birlikte olmaktan hoşlanmaktadırlar. Hayatlarının ilk günlerinde bile kucağa alınmaktan, konuşulmaktan, okşanmaktan ve kendilerine bakacak kişinin yanında bulunmasından haz duymaktadırlar. Bebekler de gülümseyerek veya çeşitli sesler çıkarak karşılık vermektedirler. İnsan yavrusu, sosyal uyaranlara tepkide bulunmaya hazırdır ve sosyal tepkileşmeye hemen uyum sağlamaktadır.

Bağlanmayı en açık şekilde belirleyen değişkenlerin annenin bebeğe gösterdiği tepkinin çabukluğuna ve onunla etkileşiminin yoğunluğuna bağlı olduğu İskoç çocuklar üzerinde Schaffer ve Emerson tarafından yapılan araştırmalarda  ortaya konulmuştur. Esas bağlanma figürünün bebeğin beslenmesine küçük bir oranda bile katılmamasına rağmen çocuklar bu figüre bağlanmışlar.




Ainsworth`ün Bebeklerde Gözlemlediği Onüç Güvenli Bağlanma Davranışı

Turhan Yörükan'ın "Bağlanma ve Sonraki Yaşlarda Görülen Etkileri" kitabından öğrediklerimi paylaşmaya devam! Ben bu yazıma, kitapta yer alan Bağlanma Kuramı'nı ortaya atan İngiliz John Bowlby'ın mesai arkadaşı Mary Ainsworth tarafından Uganda'da bu kurama ilişkin olarak yapılan saha araştırmasının sonuçlarını konu ettim. Batı'da olduğundan çok daha fazla doğaya yakın olan bir toplum üzerinde, annelerin ve bebeklerin davranışlarının doğal özellikler yansıttığı bir toplum olan Uganda'daki Ganda kabilesinde gözlemler yapılmıştır. Ganda kabilesinde bebeklere ilişkin yapılan gözlemler sonucunda güvenli bağlanmaya işaret eden 13 davranış kriterinin bulunduğu sonucuna varılmış. Bu davranış kriterleri daha sonra Mary Ainsworth tarafında yapılacak ünlü yabancı durum deneyine kaynaklık etmiştir.

Ainsworth'ün 13 davranış kriteri:


1) Kucağa alındığı zaman bebeğin belirgin bir şekilde ağlamayı bırakması. Bebeğin, herhangi biri tarafından kucağa alındığı zaman ağlamasına karşılık, annesi tarafından kucağa alınması ile ağlamayı bırakması. Bu davranış en erken bebek 9 haftalık olduğunda ortaya çıkıyormuş.

2) Annenin ayrılması durumunda bebeğin belirgin bir şekilde ağlamaya başlaması. Başkaları için yapılmayan bir davranış şekli olarak, anne çocuğun bulunduğu mekanı veya odayı terk ettiği zaman bebeğin birden bire ağlamaya başlaması. Bu davranış ilk defa bebek 15 haftalık olduğu zaman meydana gelmiş. 

3) Görsel bir uyaran aldığı zaman bebeğin belirgin bir şekilde gülümsemesi. Başkalarına karşı yapmadığı bir davranış olarak, annenin bebeğin görüş alanına girmesi halinde, bebeğin sık sık ve isteyerek gülmesi. En erken bebek 10 haftalık olduğu zaman görülmüş.

4) Bebeğin annesini gördüğünde belirgin bir şekilde sesler çıkarmaya başlaması. Bu konudaki gözlemler yetersiz olmakla birlikte Ganda kabilesindeki bebekler arasında en erken 20 haftalıkken ortaya çıktığı belirtilmiş. 

5) Bebeğin belirgin bir şekilde görsel ve vücutça bir yönelmede bulunması. Bebek, başkaları tarafından kucağa alındığı zaman tercihen gözlerini annesine çevirmekte ve ona dönmeye çalışmaktadır. Bebekler 18 haftalıkken yapmaya başlamışlar.

6) Belirgin bir şekilde yakın olma, yakınlaşma isteği gösterme. Anne bir odada başkaları ile bulunduğu zaman bebeğin annesini seçip ona doğru emeklemek istemesi. Bebek 28 haftalık iken görülüyor.

7) Bebeğin belirgin bir şekilde izleme davranışı göstermesi. Başkalarına karşı yapmamakla birlikte, anne odayı terk ettiği zaman bebeğin onu takip etmesi. Bebekler emeklemeye başlar başlamaz yapmışlar.

8) Belirgin bir şekilde karşılama davranışında bulunma. Anne bir süre ortadan kaybolup tekrar göründüğünde bebeğin gülme, heyecanlanma, sesler çıkarma ve kollarını açması şeklindeki davranışlar göstermesi. Bebek 21 haftalıkken görülmeye başlıyor.

9) Belirgin bir şekilde tırmanma, keşfetme veya inceleme davranışında bulunma. Bebek annesinin üzerine tırmanarak yüzü, saçı ve elbisesi ile oynayarak annesini keşfetmekte. İlk defa bebek 22 haftalıkken görülmüş.

10) Belirgin bir şekilde bebeğin yüzünü saklamaya çalışması. Tırmanma, keşfetme davranışı sırasında veya bir gezinti sırasında bebeğin yüzünü annesinin elbisesi ile örtmeye çalışması. Bu davranış en erken 28 haftalıkken görülmüş.

11) Keşifte bulunmak için annesini temel bir varlık olarak kullanması. Keşifte bulunma davranılakrına annesinden başlamakta ve zaman zaman ona tekrar  dönmektedir. Genellikle bebekler 8 aylıkken görülmüş.

12) Güvenilecek birisi olarak anneye anneye sığınma. Korku halinde, korku kaynağından mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaşarak başkalarından çok anneye sığınmaya çalışması.

13) Belirgin bir şekilde sıkıca sarılma davranışında bulunma. Bebeğin özellikle korktuğu, yorulduğu, aç olduğu ve hasta olduğu zaman belirgin bir şekilde annesine sarılması. Daha çok bebekler 9 aylık olduktan sonra görülmüş.  

Bağlanma Kuramı, Imprinting ve Hassas Devre

Turhan Yörükan'ın "Bağlanma ve Sonraki Yaşlarda Görülen Etkileri" kitabından öğrediklerimi paylaşmaya devam! 

Imprinting, bağlanma kuramını etkileyen en önemli olgulardan bir tanesidir. Imprinting, hassas devre denilen ilk gelişme safhasında süratle meydana gelerek güçlü ve kolayca değişmeyen bir algılama, iz bırakan özel amaçlı bir öğrenme şekli imiş. Konrad Lorenz denilen bir etholog yaban kazları üzerinde bir araştırma yapmış. Yaban kazları gibi doğduktan kısa bir süre sonra ve hemen hareket edebilen hayvan türlerinde takip etme tepkisi varmış. Bir insan tarafından büyütülmekte olan kazlar anneleri veya kendi türünden bir canlı yerine onları büyütmekte olan bir insana, yani doğada ilk defa gördükleri bir canlıya bağlanabilmekte ve onları takip edebilmektelermiş. Genel olarak hareket eden objelere bağlanıp takip ediyorlarmış ve bu davranış yumurtadan çıktıktan sonra 13 ile 16. saatler arasında en etkili şekilde gerçekleşiyormuş, ancak 32. saatten sonra gerçekleşmiyormuş. Dolayısıyla imprinting belli bir dönemde gerçekleşiyormuş.

Hayvanlarda görülen imprinting olayına benzer bir şekilde insanlarda da bağlanma olgusu görülür. Bağlanmanın imprinting olayında olduğu gibi hassas devrede gerçekleşmesi gerekmektedir. Bowlby, bağlanmada hassas devrenin yaklaşık olarak iki buçuk yaştan önce meydana geldiğini, bu yaştan sonra bağlanma kabiliyetinin kaybedildiğini ileri sürmektedir. Zira, çocuklukta insanlardan uzak kalmış veya hayvanlarla yaşamış çocukların daha sonra insan gibi davranamadıkları, hayvanlarla aynileştikleri görülmüştür. Ormanda bulunan diğer çocuklara göre erken bir yaşta Hindistan'da bulunan 3 yaşındaki bir kız çocuğunun bulunduğunda dört ayak üzerinde yürüdüğü, ayı gibi homurdandığı ve yiyip içtiği, kendisini yakalamaya çalışanları ısırmaya ve tırmalamaya çalıştığı görülmüş. Bu kız çocuğu sonradan insan gibi yiyip içmeyi öğrenmiş, ancak konuşmayı öğrenememiş, söylenenleri anlamıyormuş, sadece sık sık yüksek sesle gülüyormuş. Bu örnek, kalıtım faktörünün ancak bir potansiyelin varlığına işaret ettiğini ve gelişmeyi başlatmak bakımından sanıldığı kadar etkili bir unsur olmadığını, insanoğlunun bu potansiyeli harekete geçirebilmesi için bir insani etkileşmeye, özellikle de sosyo-kültürel bir çevreye ihtiyacı olduğunu, sosyalleşme denen süreci yaşaması gerektiğini ortaya koyuyor. Hassas dönemde bebeğe bakan annenin yakın ve sıcak ilgisinin bebeğin annesine bağlanmasında ve insana benzemesinde (aynileşmesinde) hayati öneminin bulunduğu, bebeğin sadece kişilik gelişiminin değil, bedensel gelişmesinin de uygun bir insani ilişkinin var olmasına bağlı olduğu çeşitli araştırmalarla ortaya konulmuştur. Bağlanmanın olmadığı, bebeğin kendini güvensiz hissettiği bir ortamda stres yaşaması nedeniyle büyüme hormonlarının yeterince salgılanamadığı ve bebeklerin fiziksel gelişiminin de sınırlı olduğu gözlemlerle ortaya konulmuştur.

Bowlby, bağlanmanın doğumdan sonraki haftalarda düşük bir seviyede bulunduğunu, ikinci ve üçüncü aylarda artan bir seviye gösterdiğini, altı aydan sonra kendini açık bir şekilde gösterdiğini ileri sürmüştür. Daha sonraki çalışmalar, hassas devrenin beyinsel ve sinirsel bir gelişme ile ilgili bulunduğu, altı aydan onsekiz - yirmidört aya kadar süren bir devrede bebeklerin tanıdık olmayan kimselere karşı ihtiyatlı ve çekingen bir tavır takındıkları, bu da hassas devrenin bu dönemde etkili olmaya başladığını ortaya koymuştur. Bu noktada, "Hamilelikte Annenin Psikolojisi Çocuğu Etkiliyor" yazımda belirttiğim üzere, bağlanma süreci hamileliğin son üç ayında beynin oluşumuyla birlikte başladığını iddia edenler de olduğunu hatırlatmak isterim.

Imprinting kavramından yola çıkılarak bağlanma bebeği annesine, annesini de bebeğe bağlayan bir süreç olarak görülüyor. Bebeğin yaklaşma davranışına anne aynı duyarlılıkla cevap vermekte, bu da neslin devamını sağlamaktaymış. Annenin her davranışına bebeğin verdiği tepki, annenin davranışına tekrar şekil vermesine sebep olmakta, böylece bebek hem isteklerini kabul ettiren hem de karşısında değişiklik isteyen bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. Bebekler oturmaktan çok hareket eden, konuşan bir anne babaya tepki vermeyi tercih ediyorlarmış. Bebekler diğer seslerden çok insan sesine tepki veriyomuş. Yine insan yüzleri ilgisini çekiyormuş. Dolayısıyla, bebekler de hayvanlarda görüldüğü gibi bağlanılacak objeyi seçiyormuş.

Yapılan bir araştırmada, doğumdan hemen sonraki bir aylık süreç içerisinde bebekleriyle daha fazla temas halinde olan annelerin bebeklerine bedensel olarak daha yakın olmayı tercih ettikleri, diğer annelere göre bebekleri için daha yatıştırıcı ve kucaklayıcı bir anne oldukları, bebeklerin de bedensel ve zihinsel gelişme açısından daha yüksek puanlar aldıkları görülmüş. Ayrıca, doğum sırasında salgılanan hormonların annelerin dikkatlerini bebeklerine çevirmelerine sebep olduğu ve onları bir bağlanma davranışına yönlendirdiği yapılan araştırmalarla kanıtlanmıştır. Yine, annesinin memesinden süt emerek beslenmiş 12 günlük bebeklerin annelerinin koltuk altı kokularını fark ettikleri ve tercih ettikleri bulunmuştur. Öte yandan, doğumdan sonraki ilk birkaç gün içerisinde annesinden ayrı kalmış bebeklerin yeni yürümeye başladıkları bir dönemde annelerinden kötü muamele görebileceklerine dair araştırmalar da bulunmaktadır.

Bowlby, bebek sık sık yalnız bırakıldıktan sonra kendisiyle tekrar birlikte olunacağını biliyorsa veya ayrılıktan sonra tekrar biraraya gelindiğini öğrenmiş ise bu durumun bebeğin ayrılma şartlarına daha iyi uyum sağlamasına yol açabileğini, eğer ayrılma sürecini alışık olduğu bir çevrede oyuncakları ile birlikte geçiyorsa bebeğin ayrılık endişesinin azaldığını ifade etmektedir. Ancak, anne ile bebek arasındaki ayrılık süreci uzun bir süre devam ederse sonuçlarının yıkıcı olacağı belirtilmektedir.

Görüldüğü üzere, anne ile bebek arasında bağlanmanın gerçekleşmesi için ilk iki yıl kritik bir devre. Özellikle ilk bir yıllık süreç çok kritik. Bu nedenle çalışan annelerin koşullarını zorlayıp ilk bir yıl mümkün olduğunca çok çocukları ile birlikte olmalarında her açıdan fayda bulunmaktadır. Öte yandan, çalışan annelere bir bebeğin hassas devrede birden fazla kişiye bağlanabileceklerini hatırlatmak isterim. Baba, kardeş, büyükanne, büyükbaba veya bir başka kişiye bağlanması mümkündür, fakat bağlanacağı kişi sayısı sınırsız değildir ve bu sayı 4-5 kişi civarındadır. Ancak, bu 4-5 kişi arasından sadece bir tanesi esas bağlanılan kişi olacaktır. Evde birlikte olduğunuz sürede yeterince yakın bir ilişki kurmuşsanız ve işten gelince de yeterince ilgileniyorsanız, işte olsanız bile bebeğiniz esas olarak size bağlanmış olarak kalacaktır. Ama yeterince yakın bir ilişki yoksa, çok düşük bir ihtimal de olsa bebeğinizin kendisi ile daha yakın ilişki kuran bir başkasını esas bağlanılan kişi olarak seçmesi mümkündür. İsrail'deki Kibbutz'larda annelerin çocuklarını gün içinde bakıcılara bırakmalarına, bu bakıcıların beslenme dahil tüm ihtiyaçlarını karşılamalarına ve çocukları ile akşamları sadece 2-3 saat birlikte olmalarına karşın çocukların esas olarak bakıcılarına değil, annelerine bağlandığı görülmüş. Dediğim gibi, bir anne olarak yakın ve sıcak bir ilişki kurmuşsanız esas bağlanılan kişi siz olacaksınız. O yüzden işe başlamadan önce bebeğinizin bağlandığı birisini bakıcı olarak tayin ederseniz, bebeğiniz siz yokken kendini daha güvende hissedecektir. Bence aile üyeleri dışında bir kişinin bebeğinize bakması gerekiyorsa, işe başlamadan önce titizlikle araştırıp içinizi nispeten rahat ettirecek bir bakıcı bulmanız ve bu bakıcıya çocuğunuzun bağlanması için bir süre birlikte vakit geçirmeniz hem bebeğiniz hem de bakıcınızı daha iyi tanımanız açısından daha iyi olacaktır. Unutmayın ki, bebeğiniz bağlandığı kişilerle olan ilişkilerine göre kendisi ve dünya hakkında bir algı geliştiriyor ve bu algı yetişkinlik ilişkilerini de etkiliyor.



18 Aralık 2014 Perşembe

Bağlanma Kuramı ve Bağlanmayı Sağlayan Genetik Davranışlar

Sanal kitap fuarından Turhan Yörükan tarafından kaleme alınmış "Bağlanma ve Sonraki Yaşlarda Görülen Etkileri" kitabını sipariş vermiştim. Kitap İş Bankası Kültür yayınları arasında bulunmaktadır. Geçen Cuma kitap elime geçti. Bir solukta okudum diyebilirim. Kitapta bulunan her bir bölüm, bilimsel bir makale tarzında yazılmış ve bölüm sonunda kullanılan referanslar verilmiş. Kitapta genel olarak bağlanma kuramına ilham veren ve sonrasında bağlanma kuramını destekleyen araştırmalar ile bağlanmanın hangi koşullarda ve süreçlerde gerçekleştiği ele alınmıştır.

Turhan Yörükan'ın kitabının arka kapağında yer alan "Bağlanma, yavru ile onun sosyalleşmesini sağlayan bir anne veya annelik yapan kişi (kişiler) arasında oluşan, sevgiye ve ilgiye dayalı bir bağ kurma olayıdır. Belirli bir kritik devrede meydana gelmesi gereken bağlanma olgusunda yaşanacak herhangi bir eksiklik, zedelenme insanın sonraki hayatında güven verici ilişkiler kurmasını zorlaştırmakta, hatta imkansız hale getirmektedir."  paragrafı bağlanma kuramını kısa ve öz olarak açıklamış. Ama kitabı okumadan sosyalleşme, kritik devre ve annelik ile kasdedilenin ne olduğunu anlamak pek mümkün değil.



Bağlanmayı Sağlayan Genetik Davranışlar


İnsanlar bir sonraki nesillere fiziksel özelliklerini aktarmanın yanı sıra bazı davranış şekillerini ve eğilimlerini de aktarıyorlar. Bu aktarılan davranışlar bir iç tepki davranışı, yani refleks olarak ortaya çıkıyor. Bu iç tepki davranışları da insan yavrusunun varlığını koruması ve geliştirmesi için hayati bir öneme sahip ve herhangi bir öğrenme fiili ile öğrenilmiş davranışlar değil. Yeni doğan bebeklerde emme, kavrama, tutma, tutunma, yürümeyi isteme gibi davranışaların olduğu 25 kadar refleks davranış vardır. Bunun yanı sıra, biyolojik temelli ve evrim sırasında insanların bir sonraki nesillere geçirdikleri düşünülen iki tür davranış şekli daha bulunmaktadır. Birincisi Taxis denilen insanın dış uyaranlara karşı yaptığı hareketler. Herhangi bir duruma uyum sağlamak üzere hemen yapılan bir davranış şekli nedeniyle değiştirilemez olan reflekslerden farklıdırlar. Örneğin, emme hareketi refleks bir hareketken, insan yavrusunun kucağa alındığı zaman kucağa alan kimseye sokularak tutunmak, sarılmak istemesi taxis davranışıdır. Yavru bu davranışları sığınabileceği veya beslenebileceği bir yer bulabilmek için öğrenilmemiş bir davranış olarak yapıyor. Bu tür hareketler de genetik olarak nesilden nesile geçiyor.

İkinci tür davranışlar da sabit hareket kalıpları denen uyum olayına katkıda bulunan, birbirine göre ayarlanmış veya birbirine uyumlu olarak çalışan motor hareketlermiş. Bir bebeğin kendisinin beslenmesi ve bakılması için yaptığı bir takım davranışlarının yanı sıra, annenin ihtiyaç duyması halinde bebeğine bakması, onu koruması gibi davranışlar bu tür davranışlarmış. Örneğin, annesi gibi kendisine bakan kimseyi kaybetmiş bir çocuğun tanımadığı bir kimsenin bacaklarına sarılması, bir çocuğun annesini kaybettiği zaman yaşadığı panik ve korkuyu gidermeye çalışan diğer yetişkinin davranışları, bebeğin gülümseyerek, çeşitli sesler çıkararak bakıcısının dikkatini çekmesi.

Yukarıda verilen 3 tür davranış da genetik olarak bir sonraki nesillere aktarılırmış ve değişmeden varlığını sürdürüyormuş. Bu davranış kalıpları karşılıklı bağlanmanın zeminini oluştururmuş.

Benim yukarıda yer alan bilgilerden anladığım, her kadında doğuştan annelik içgüdüsü bulunmaktadır. İçindeki sesi dinleyen anneler ile bebekler arasında bağlanma bir doğa kanunu olarak gerçekleşiyor. Nitekim, bağlanma kuramını ortaya atan John Bowlby'ın mesai arkadaşı Mary Ainsworth'ün Uganda'da yaşayan Ganda yerlilerindeki anne ve bebekleri gözlemlemesinin nedeni, yerlilerin doğal hayata daha yakın davranışlar sergileyeceklerini düşünmesidir.

İlgili Yazılar:










12 Aralık 2014 Cuma

Demir Minerali Takviyesi ve Paraben (Parahidroksibenzoat) Sorunu

Demir minerali bebekler için çok gerekli bir meneraldir. Türk Hematoloji Derneği'nin web sitesinde yer alan "Çocukta Demir Eksikliği Anemisi" başlıklı yazıda hamilelik döneminde annede demir eksikliği yoksa ve bebek zamanında doğmuşsa, ilk 6 ayda bebeklerde demir eksikliğinin görülmeyeceği belirtiliyor. Ayrıca, katı gıdaya geçtikten sonra demir yönünden zengin besinler yedirilirse, bebekte demir eksikliği görülme ihtimali epeyce azalıyor. O yüzden gebelik döneminde annenin beslenmesi çok önemli. Ayrıca, anne sütünde de demir bulunduğu ve emilimi kolay olduğu için anne sütü ile beslenen bebeklerde demir eksikliği daha az görülüyor. Yeri gelmişken, bir yaşına kadar halen ana öğün anne sütü olmalı, katı gıdaya geçişin sebebi bebeği katı gıdaya alıştırmak ve besin alerjisi oluşmasını önlemektir. Ancak, ülkemizde katı gıdaya geçince anne sütü hemen ikinci plana atılıyor. Oğlum 9 aylık oluncaya kadar ana gıda maddesi anne sütü oldu, sonrasında da yarı yarıya anne sütü ve ek gıda verdim. Sonuç olarak, hamileliğinizde demir eksikliği yaşamışsanız, bebeğiniz de erken veya düşük kilolu doğmuşsa, bebeğinizde ilk 6 ayda demir eksikliği görülebilir. Ama her durumda kan tahlili yaptırmadan demir minerali takviyesine başlamayın. Öte yandan, son dönemde Aile Hekimlikleri'nde bebeklere 4-6 ay arasında tahlil yapmadan demir minerali takviyesi veriliyor. Son derece yanlış bir uygulama olduğunu düşünüyorum. Demir mineralinin vücutta fazla olmasının da çok ciddi sonuçları olabiliyor.

Normalde demir eksikliği gibi bir problemimin olmamasına karşın, vücutta en kolay emilen demir türü kırmızı ette olduğu ve zorunlu sezaryen olacak olmam nedeniyle hamileyken bol bol kırmızı et yedim. Ancak, et yememe rağmen gebelik döneminde vücudumdaki B12 vitamini düzeyim düştüğü için bende kansızlık oluştu. Üstüne oğlum dört hafta erken dünyaya geldi ve kilosu bir miktar düşüktü. O yüzden iki aylıkken yapılan kan tahlillerinde kansızlık görüldü. Doktorumuz demir depolarını daha hızlı artırdığını düşündüğü Ferrosanol damlayı önerdi. Ferrosanol'ün muadili olarak da Ferrum damla kullanılıyordu. O zaman benim de İnternet'te yaptığım araştırmalarda demir takviyesi için kullanılan damlaların içinde paraben denilen kansorojen bir madde olduğunu öğrendim. Kullanmak istemedim. Yurt dışında kullanılan Floradix Floravital isimli bitkisel bir şurubu İnternet'te gördüm. Tesadüf o dönemde İngiltere'ye giden bir arkadaş bize 2 kutu Floradix Floravital getirdi. Ancak, ambalajında bebekler için gerekli doz belirtilmemişti. Doz önerileri 3 yaştan itibaren başlıyordu. Biz de bebeklere önerilmediğini düşündük ve kullanmadık. Doktorumuz da bebeklere verilecek dozun ayarlanmasının zor olması nedeniyle önermedi. Mecburen 50 gün kadar Ferrosanol damla kullandık. Ama sonra demir depoları yükselince vermeyi kestik. Ferrosanol damlayı ikinci kez, 10 aylıkken yaptırdığımız kan testinde köfte yedirmemize rağmen kan değerleri düşük çıkınca yine iki ay kadar kullandık. O zaman oğlumun ön dişleri çıktığı için hemen arkasından su içirmek, parmak fırça ile fırçalamak gibi tüm çabalarıma rağmen dişlerinde demir kullanımı kaynaklı siyahlıklar oluştu. Ama ondan sonra haftanın beş günü kırmızı et, iki günü balık, hemen hemen her sabah kahvaltısında yumurta, gün içinde kuru kayısı ve dut yedirince bir daha kansızlık görülmedi. Ayrıca, viral hastalıklar zamanı demire ilişkin kan tahlilleri doğruyu yansıtmayacağı için yapılmıyor.

Şimdi İnternet'ten Ferrum damlanın içeriğine baktığımda paraben olduğunu görüyorum. Ancak, Ferrosanol damlanın içeriğine baktığımda paraben gibi bir madde görülmüyor, ama sanırım şu an piyasada bulunmuyor. Bir de Minadex Fer diye bir şurup var. Ben kullanmadım, içeriğinde paraben gözükmüyor, ama önerilen dozlar 6 aydan itibaren başlıyor. Sağlık Bakanlığı'ndan izin alınmış. Yine de kullanmadan önce doktorunuza danışmanızı öneririm.

Demir takviyesinde maalesef fazla bir alternatif yok gibi gözüküyor. Eğer buzdolabına koymadan oda sıcaklığında saklanıyorsa, koruyucu bir madde vardır. Bebeğimizde kan tahlili ile tespit edilmiş demir eksikliği varsa, mecburen bu damlalardan kullanacağız. Sonsöz olarak, ne kadar zor olursa olsun kesinlikle kan tahlili yaptırmadan demir takviyesi kullanmayın derim.

Sağlıklı günler...



11 Aralık 2014 Perşembe

Çocuklara Televizyon İzlettirmeli mi?


Başlığı atarken biraz tereddüt ettim. İzlemek ve seyretmek aslında aynı şeyler değil. Televizyon için seyretmek daha uygun bir yüklem. Ben seyretmeyi kullanıyorum, ama yaygın kullanım izlemek. Nitekim, TDK'da her iki fiil için de aynı anlamlar kullanılmış. Ben de yazımın başlığında genel eğilime uyarak izlemeyi kullandım.

Bir kısım televizyon izlesin bir şey olmaz diyor. Bir kısım kısıtlı bir zaman bazı programları izlesin diyor. Bir kısım da kesinlikle hayır diyor.

Ben öncelikle konuya televizyonun bebeğe faydaları ve zararları konusundan önce benim gördüğüm faydadan bahsederek başlamak istiyorum. Evde televizyonun açık olmaması bebekle anne arasındaki iletişimi arttırıyor. Misafirliğe gittiğimizde kaç kere test ettim. Bir bakıyorum televizyon seyretmeye dalıveriyorum, oğlumu unutuyorum. Oğlum ilgi göremeyince mızmızlanmaya başlıyor. Televizyon en çok aile içi iletişimi kısıtlıyor. Bence öncelikle bebeğiniz ile aranızdaki iletişimi artırmak istiyorsanız, televizyonu kapatın. İster isetmez kulağınız ve gözünüz kayıyor. Bebek sizden bir şey istiyor, siz duymuyorsunuz ve kendini duyurmak için bağırmaya başlıyor. Bazılarımız bilir, çocuk konuşabiliyorsa bana bak, beni dinle, niye cevap vermiyorsun diyor, konuşamıyorsa ağlamaya başlıyor. Ben evde televizyonu kapattım. Bu durumdan çok memnunum. Hayat kalitem arttı. Oğlumla iletişimim de televizyon nedeniyle bozulmuyor.

Bir de mahrumiyet bir şeye düşkünlüğü artırır tezi var. Televizyon, çikolata, şeker gibi şeyler için bence bu geçerli değil. Çikolatanın tadını öğrenince bırakamıyor. Örneğin önüne bir sürü çikolata koyun, iyice doysun, o an için atıyorum 5 gofret yedi, doydu, daha fazla yemedi. Bir saat sonra sizce gofret görse yine yemeyecek mi? Yok böyle bir şey, yemek yiyeceğine yine çikolata yer. Yani çikolataya doygunluk anlık sağlanıyor, kısıtlamazsan yine yer, yine yer ve siz yemek yediremezsiniz. O yüzden televizyon ve abur cubur konusunda bu işin azı çoğu yok. Belli bir yaştan sonra mecburen çikolata alıyorsunuz, o kadar da mahrum etmek olmuyor. Ama aranızda bir tartışma konusu olup duruyor.


- Çocuk: Bana çikolata ver!
- Anne: Şimdi olmaz!
-Çocuk: Şimdi istiyorum!
- Anne: Yemek yemedin!
- Çocuk: Yemicem işte! Yemicem!

Tartışmalar bunların farklı versiyonu şeklinde devam edip gidiyor. Şimdi buna bir de televizyon açarak televizyonu ekleyeceksiniz. Yeni bir çekişme konusu açmaya değer mi? Konuya bir de bu açıdan bakın derim.

Öte yandan, bebekler, çocuklar karşılıklı etkileşimle, iletişimle öğreniyorlar. Mesela, bir nesnenin ne menem bir şey olduğunu, ısırarak, yere vurarak, çekiştirerek anlıyor. Beyindeki sinir ağları bu şekilde gelişiyor. Aynı nesneyi televizyonda seyretse beyinde aynı gelişim olmuyor. Bebeğin ilk iki yılı, beyin gelişiminin en hızlı olduğu ve sinir bağlantılarının kurulduğu zamandır. O yüzden bu dönemde bebeğinizin gözünün içe bakın, gülümseyin, bol bol konuşun, elinizle işaret ederek nesnleri anlatın, şarkı söyleyin, bol bol parka götürün, hayati tehlike içeren durumlar hariç yasaklar koyarak merak duygusunu köreltmeyin. Son olarak, beyin yaptığı yanlışlardan öğrenir, bol bol yanlış yapsın, bir oyuncakla nasıl oynanacağını kendisi keşfetsin.

Eninde sonunda televizyonla karşılaşacak. Bırakın, şimdilik televizyon seyretmesin! Ondan da mahrum kalsın. Çocuklar ailenin yaşam tarzını öyle ya da böyle benimserler. İlk yıllar kopyalayarak öğrenme yıllarıdır.

Görüşmek üzere...



Bebeklerin D Vitaminleri BHA ve Etanol İçerebilir!

Dün yeni doğum yapmış bir arkadaşım arayıp oğlum için hangi D vitamini kullandığımı sordu, zira D vitaminlerinin bir kısmı BHA (Butillendirilmiş Hidroksi Anisol), bir kısmı da BHA içermese de Etanol içeriyor. Bu maddenin de kansorejen etkisi olduğu söyleniyor. Vitaminlerde çözücü olarak kullanılan etanol de bildiğimiz alkollü içkilerde kullanılan alkol. Ben de hazır soru gelmişken bu konuda yazayım dedim.

D vitamini kemiklerin büyümesi ve gelişmesi için gerekli kalsiyum ve fosforun ince bağırsaklarda emilimini sağlar. Bunun yanı sıra, vücudun bağışıklık sistemini güçlendirdiği biliniyor. Kanser hastalarına D vitamini takviyesi yapılıyor. En büyük kaynağı güneş ışınlarıdır. D vitaminine dair kapsamlı bilgileri gov.tr uzantılı olduğu için güvenilir olduğununu düşündüğüm bu bağlantıdan bulabilirsiniz.

Sağlık ocaklarında D vitamini için genellikle Devit-3 veriliyor. Yaygın olarak kullanılan bir diğer ürün de Monovit-D3. Her ikisi de BHA içeriyor.

Multi-tabs ACD Drops 30 ml Oral Damla
Multitabs ACD Damla

Multitabs ACD Damla

Oğlum 15 günlük olunca doktorumuzun tavsiyesi ile Multitabs ACD damla kullandım. Ambalaj açıldıktan sonra buzdolabında saklanmalı ve iki ay içerisinde tüketilmeli. Pfizer'in Multitabs ACD'ye ilişkin prospektüsüne bu bağlantıdan ulaşılabilir. A, C ve D vitaminlerinden başka sakkaroz (tatlandırıcı), E vitamini (antioksidan) ve etanol içeriyor. Vitasanol ACD damlanın sitesinde etanolün  (etil alkol) de bebeklerin gelişmekte olan beyin ve sinir sistemleri için zararlı olduğu  bilgisi veriliyor. Bildiğim kadarıyla meyvelerin de bir çoğunda doğal olarak alkol bulunuyor. Vitamin içinde çözücü olarak kullanılan doz zarar verici düzeyde olmasa gerek diye umuyorum. Ayrıca, Multitabs ACD damla Sağlık Bakanlığı'nın izni ile üretiliyor.

Vitasanol ACD Damla

Vitasanol ACD Damla
Bir de bebekler için Vitasanoldrops ACD damlası var. İçeriğinde BHA ve etanol yokmuş. Ancak, Vitasanol ACD damla, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın izni ile üretiliyor. Şimdilik Türkiye'deki en iyi alternatifler  Multitabs ACD ve Vitasanoldrops gibi görünüyor. Ama Sağlık Bakanlığı izni ile üretilen Multitabs ACD daha doğru bir tercih olabilir.

Carlson D3 Damla


Carlson Super Daily D3 Damla

Amerika'dan ilaç getirtenler de var. Carlson super daily D3 bunlardan birisi. İncelediğim kadarıyla içeriğinde şeker, mısır, buğday, gluten, renklendirici ve koruyucu kullanılmamış.






Ben D vitaminini ilk zaman bebeğin alışması ve buzdolabında saklandığımdan ılıklaştırmak için birkaç damla anne sütü ile karıştırıp verdim, bebek alıştıktan sonra anne sütsüz verdim.

Sağlık Bakanlığı Türkiye Farmakovijilans Merkezi (TÜFAM)

Yeri gelmişken Sağlık Bakanlığı Türkiye Farmakovijilans Merkezi (TÜFAM)'nden bahsetmekte yarar var. Reçeteli ve reçetesiz ilaçlar ile bazı besin desteği ürünlerden "tıbbi beslenme ürünleri" olarak kabul edilenler TÜFAM tarafından ambalajların üzerinde olan karekodlar aracılığıyla takip edilmektedir.  Bu bağlantıdan da eczaneden aldığınız ürüne dair bilgilere ulaşabilirsiniz.

Bir yaş sonrası multivitaminler

Bir yaşından sonra verdiğim multivitaminlerde de ambalajında açıldıktan sonra buzdolabında saklayın ibaresi olan vitaminleri tercih ettim. Yine doktorumun tavsiyesi ile bir yaşından sonra önce Minadex kullandım, ama oğlum tadını beğenmedi, sulandırdım yine içmedi. Ben de Vitagil'e başladım. Uzunca bir süre kullandım. Ancak, bir süre sonra pazarlayan firma değiştiğinden Vitasanol'u kullanmaya başladım.Şu anda Vitagil'i de Vitasanol'u da aynı firma pazarlıyor. Vitasanol'un içeriğine de bu bağlantıdan ulaşılabilir.

Öte yandan, bebeğinizi güneşe çıkarırken yaz aylarında güneş ışığının dik geldiği 10:00-17:00 saatleri arasını tercih etmeyin. Kol ve bacaklarının açık olması ve 10 dakikalık bir güneşlenme yeterli oluyor. Kış aylarında da güneş ışınları eğik olduğu için 11:00-13.00 saatleri arasında güneşe çıkarmak faydalı olacaktır.  Kimi kitaplarda Güneş ışınlarının zararlı etkileri nedeniyle ilk 6 ay güneşe çıkarmayın, gölgede dolaştırın deniliyor. Ama ben bu öneriyi biraz abartı buluyorum ve oğlumu bebekken de her gün güneşe çıkardım.

Demir takviyesi konusunu da bir başka blog konusu olarak yazacağım. Sağlıklı günler...


Not: Yazıyı yazalı epeyce bir zaman oldu. Geçen yaz Facebook'ta rastladığım bir yazı güneşlenme zamanı konusunda biraz kafamı karıştırdı. Yazıda güneş ışınlarının en dik geldiği zaman diliminde 20 dakika kadar güneşlenilmesi öneriliyordu. Söz konusu yazıyı bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.